Tarih: 12 Haziran 2012. Biraz rahatsızım, evde istirahatteyim. Star Gazetesi muhabiriyim. Evde TV’den Sabri Ülker Bey’in canlı yayınlanan cenaze törenini takip ediyorum.
İlk üniversite sınavına 2000 yılında Ümraniye’de girdim. ÖSS Merkezi’nden yollanan sınav merkezi kağıdı beni hayli endişeye soktu. Çünkü, Göztepe Köprüsü’nün E5 tarafında oto sanayi içinde şartları hayli kötü, küçük bir evde yaşıyorduk ve her yere toplu taşıma ile ulaştığımız için Ümraniye’deki Asım Ülker Lisesi bana Mars kadar uzak geldi. İlk tespit için evden çıkıp toplu taşıma ile ulaşmaya çalıştığımda yolun 2 saate yakın sürdüğünü gördüm ki, bu da sınav günü kargalarla beraber kalkmak demekti ve sınavı kaçırmak gibi bir büyük soruna yol açabilirdi. Üstelik tüm arkadaşlarım ucuz pahalı birer dershaneye giderken, doğru bildiğim soruları kutulara işaretlemenin dışında bir fikrim olmadığı sınava girmezsem başka ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Kimsenin benden herhangi bir beklentisi de yoktu. Baklava ustalığından emekli ve eline çok az bir para geçen babam beni zaten bir yardım olmadan hiçbir üniversitede okutamazdı. Ne var ki lisenin en çalışkan öğrencisiydim ve Boğaziçi’ni kazanmama kesin gözüyle bakan öğretmenlere sahiptim. Bu manevi yükle birlikte ve sınav günü Ümraniye Merkez’den binilen taksiye hayli bir ücret vererek Asım Ülker’e gittik. Sınavdan hayli iyi bir puan almama rağmen, İstanbul’da öğrenim görmeme (iletişim fakültesi için) yetmeyince yeniden girdim. Ve bu sınav merkezi eve hayli yakındı yine de Ülker Lisesi’nde hiç dershane yüzü görmeden aldığım ÖSS puanının beni bu sınava yeniden girmek için yüreklendirmesinin bir işaret olduğunu düşündüm hep.
Canlı yayında cenazeye katılanlar gelip geçer ve muhabirlere mülakat verirken, biraz daha geriye gittim: 80’lerin çocukları olarak, üç dört sıra uzunluğunda ya da ikişer katlı üzerinde Ülker yazan ve cam kapakları olan dolaplardan analog tartı ile 250 ve para bolsa 500 gramlık bisküvi ile gofret satın almak büyük bir keyifti. Hatta İstanbul’da hızlıca kalkan bu uygulama, Ankara’da anneannemlere gittiğimiz Altındağ ilçesinde 90’ların ortasına kadar devam etmişti. Orada bulunan Mavi Köşem Bakkaliyesi, bölgenin Ülker Bayii ile çok sıkı ilişkilere sahipti. Ve bir Ülker Müzesi gibi tüm çikolata, gofret ve bisküvi çeşitlerini bulundururdu. Her yaz gittiğimde, o paketlerden yayılan nemli sıcak koku beni çok mutlu eder; 40’ı aşan çeşidi sayıp durur sonra beğendiğimi alıp yemenin keyfini yaşardım.
Ortaköy’de yaşarken yine 80’lerin ilk yarısında bakkalımız raf ömrü geçmiş birkaç kutu kare Ülker çikolatayı çöp kutusunun yanına bırakınca, liderliğini yaptığım çete büyük bir ödüle kondu. Mahalle çocukları olarak bakkalın tüm ‘zehirlenirsiniz’ itirazlarına aldırmadan bu bedava çikolataları iyi düşünülmüş bir hücumla ele geçirdik, sonra da zavallı adamın karşısında zafer kazanmanın tadını çıkararak yedik. Üzeri beyazlaşan bayat çikolatalar hayli sertti, zor çiğnenip eridi fakat hiçbirimiz bakkalın korkusunun aksine zehirlenmedik. Sadece bakkalla aramız açıldı ve benim unutamadığım bir ganimet avı olarak zihnimde kaldı.
Öte yandan Akşam Gazetesi’nde çalışırken ofisimiz Topkapı’daydı ve Ülker Fabrikaları ile komşuydu. Yıllarca Ülker’in bacasından çıkan pişmiş gofret, bisküvi ve kek kokularını duyarak çalıştık. Fabrikanın satış mağazasına giderek bu davete icabet ettik.
En büyük rakibi geldi
Böbrek taşı yavaş yavaş mesaneye ilerlerken, hatıralara dalmanın bir uyuşturucu etkisi yapma ihtimali ortadan kalktı. Taşın doğumla eş değer sancısını biraz daha unutabilmek için kumandayla TV’nin sesini biraz açtım. Çünkü ekrana, bastonuna dayanarak ETİ Şekerleme ve Çikolatanın kurucusu Firuz Kanatlı girdi. İtiraf edeyim, o an gazeteci damarım kabardı. ‘Acaba en büyük rakibi hakkında ne söyleyecek’ diye düşündüm. Dünyada rakip firmalar birbirini izler, arada atışır, reklamlarıyla ürün yarıştırır.
Coca Cola ile Pepsi, Mercedes ile BMW, Nike ile Adidas, Mc Donald’s ile Burger King… Türkiye’de de birçok rakip firma var ama iş çikolata, bisküviye gelince kuşkusuz Ülker mi Eti mi sorusu akla gelir. Markete, bakkala gittiğinizde de Ülker mi alsam Eti mi diye düşünürsünüz. İki firmanın rekabetinin maddi getirisi patronlarına, lezzet payının ise bize düşmesi işin doğasında var. Ben bunları kurarken, Firuz Bey, o an canlı yayında sanırım NTV ya da CNN Türk’te aşağı yukarı şu sözleri etti ve daha sonraki röportajlarında da yinelendi:
“Sabri Bey benim ustamdı… Ona un satmak istedim. ‘İstediğim unu getiremezsin’ dedi. Bu bende hırsa yol açtı, getiririm dedim… Getirdim de… Bugün bisküvi işi yapıyorsam, bana öğreten Sabri Bey’dir. Ustamdır. Ben rakibimi değil, ustamı kaybettim…‘
(Firiuz Bey’in aklımda kalan sözlerinin daha derli toplu hali için: Firuz Kanatlı anlatıyor: Sabri Ülker’le ilk görüşmemizde tartıştık – Son dakika ekonomi haberleri – Sözcü (sozcu.com.tr)
Yıllar geçti, ben politika muhabiri olmaktan yoruldum ve sıtkım sıyrıldı. Ekonomi tarafına geçtim. Birçok iş insanı ile sohbet imkanı buldum. Muhabbeti koyu olanlara da Sabri Bey ile Firuz Bey’in örneğini anlattım. Haberi olmayanlar şaşırdı, araştırdı. Öğrenince yeniden şaşırdı, takdir etti. Kıskananlar oldu. Herkes meşrebine göre davrandı. Ben, ne vakit ticari centilmenlik konusu açılsa hep bu anıyı düşündüm. Thomas Edison ile Nicola Tesla gibi aralarında kıyıcı bir rekabet yerine, herkesin kendi kazancına ilişkin kanaat getirdiği, eski ahilik dönemlerinde eşine rastlanabilecek türde ve ancak bir roman olabilecek kadar günümüzde gerçek üstü bir hikaye olduğunu düşündüm.
Sabri Bey bize önemli bir şey öğretti
Konu burada tamamen Sabri Bey’in mütevazılığı ve en büyük rakibi ile ilk adımdan beri başlayan sonra ilelebet süren dostluğu. Firuz Bey’in de aynı şekilde verdiği karşılığı… Hayatta bana önemli bir ders veren çok naif bir hikaye. Yazmadan geçemedim. Her iki büyüğümüz de nur içinde yatsın… Saygı sunuyorum..